25 Temmuz 2015 Cumartesi

Lenin ve emperyalist savaş- Lev Trotskiy

Dördüncü Enternasyonal’in editörlerinin 1939 tarihli önsözünden

Gezegenimiz, Lenin’in ölümünün 18. yıl dönümünde (Lenin 21 Ocak 1924’te öldü) ikinci Dünya Savaşının girdabına kapılmış durumda.
Lenin, birinci dünya kıyımının ortasında, bu ikinci kıyımın yaşanacağını öngörmüştü. Bunun da ötesinde, emperyalizm ayakta kaldığı sürece dünya ölçeğinde çatışmaların kesinlikle devam edeceğini öngörmüştü. Emperyalizmin bugün yaşanmakta olan bu savaştan da canlı çıkması durumunda, bunu bir üçüncüsü ve bir dördüncüsü izleyecektir...
Lenin, ona emperyalizmin sürmekte olan egemenliği altında olayların akışını öngörmesini sağlayan aynı bilimsel yöntem aracılığıyla, gerçekçi bir mücadele programına - topluma bu açmazdan kurtulabilmesi için bir çıkış yolu sunan tek programa - ulaştı.
Lenin, olgunluk dönemine Birinci Dünya Savaşı sırasında ulaştı. Onun emperyalist savaşlara yönelik tahlili ve bu tahlilden çıkardığı sonuçlar Marksizmin en büyük kazanımları arasında yer almaktadır. Rus kitlelerin 1917 Ekiminde elde ettikleri zafere giden yolu açan, emperyalizme karşı Leninist programdı. Ve bu zafer hemen sonrasında birinci emperyalist dünya savaşının sona ermesiyle sonuçlandı.
Bugün Lenin’inkinden başka hiçbir program insanlığa kurtuluş yolu sunmuyor.
1942 yılına, 1914-1918 savaşından çıkarılmış olan Leninist sonuçların Trotskiy tarafından yapılmış bu parlak özetini yayınlamaktan daha uygun düşen bir şey düşünemiyoruz. Bu metin Lev Trotskiy tarafından 1939 yılının başlarında kaleme alındı. İngilizce olarak ilk kez yayınlanıyor -Editörler (Dördüncü Enternasyonal, 1939)
*************************

Lenin ve emperyalist savaş

Lev Trotskiy
Lenin, 1916’da şöyle yazmıştı, "Ezilen sınıflar arasında sevilen devrimci önderler öldükten sonra, düşmanlarının, ezilen sınıfları aldatmak için, onların adlarını üstlenmeye çalışmaları tarihte her zaman görülen bir durumdur." Tarih bu süreci hiç kimseye, Lenin’in kendisine karşı olduğu kadar acımasız bir biçimde gerçekleştirmedi. Kremlin’in bugünkü resmi öğretisi ve Komintern’in emperyalizm ve savaş sorunu üzerine politikaları, Lenin’in varmış olduğu ve partiyi 1914’ten 1918’e kadar geçen süre içinde taşıyıp getirdiği tüm sonuçları ayaklar altına almaktadır.
1914 yılının Ağustosunda savaşın patlak vermesiyle birlikte ortaya çıkan ilk soru şuydu: Emperyalist ülkelerin sosyalistleri "anavatanın savunulmasını" üstlenmeli miydiler? Konu birey olarak sosyalistlerin askerlik yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyecekleriyle ilgili değildi -bu konuda başka seçenek yoktu; firar devrimci bir politika değildir. Sorun şuydu: Sosyalist partiler savaşı siyasi olarak desteklemeli miydiler? Savaş bütçesine oy vermeli miydiler? Hükümete karşı mücadeleyi bırakmalı ve "anavatanı savunmak" için ajitasyon yürütmeli miydiler? Lenin bu sorulara cevabı şu oldu: Hayır! Parti böyle yapmamalıydı, bunu yapmaya hakkı yoktu. Bir savaş söz konusu olduğu için değil, fakat bu gerici bir savaş olduğu için, köle sahipleri arasında, dünyanın yeniden paylaşılması için yapılan bir it dalaşı olduğu için.
Avrupa kıtası üzerinde ulus devletlerin oluşumu, yaklaşık olarak Büyük Fransız Devrimi ile başlayan ve 1870-71 Fransa-Prusya Savaşı ile sona eren bütün bir dönemi kaplamıştır. Bu dramatik on yıllar boyunca savaşlar ağırlıklı olarak ulusal bir karaktere sahiptiler. Savaşlar, bu dönem boyunca son derece ilerici bir tarihsel karaktere sahip olan üretici güçlerin ve kültürün gelişimi için zorunlu olan ulus devletlerin kurulması ya da savunulması için yürütülüyordu. Devrimciler yalnızca ulusal savaşları siyasi olarak destekleme hakkına sahip değildiler; bunu yapmakla yükümlüydüler.
Avrupa kapitalizmi 1871 ile 1914 yılları arasında yalnızca kendisini ulusal devletler temeli üzerinde geliştirmekle kalmadı, tekelci ya da emperyalist kapitalizme dönüşerek kendi ömrünü de uzattı. "Emperyalizm, kapitalizmin tüm gücünü tükettikten sonra, çöküşe geçtiği aşamadır." Bu çöküşün nedeni üretici güçlerin gerek özel mülkiyet çerçevesinde, gerekse de ulus devletin sınırları tarafından elinin kolunun bağlanmış olmasında yatmaktadır. Emperyalizm dünyayı bölmeye ve yeniden bölmeye çabalamaktadır. Bu noktada ulusal savaşların yerini emperyalist savaşlar alır. Bunlar tepeden tırnağa gerici bir karaktere sahiptir ve tekelci sermayenin içinde bulunduğu çıkmazın, durgunluğum ve çürümenin bir ifadesidir.
Emperyalizmin gerici doğası
Bununla birlikte dünya halen çok heterojen bir yapıya sahip olmayı sürdürüyor. Gelişmiş ülkelerin baskıcı emperyalizmi, ancak gezegenimiz üzerinde diğer geri kalmış ülkeler, ezilen uluslar, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler bulunduğu sürece var olabilir. Ezilen halkların ulusal birlik ve ulusal bağımsızlık için verdikleri mücadeleler, bir taraftan o ulusların kendi gelişimleri için daha elverişli koşulları hazırlarken, diğer yandan emperyalizme darbe vurdukları için iki kat daha ilericidir. Sosyalistlerin, çağdaş, emperyalist, demokratik bir cumhuriyetle, sömürge bir ülkedeki geri, barbar bir monarşi arasındaki mücadelede, monarşisine rağmen tümüyle ezilen ülkenin tarafında ve "demokrasi"sine rağmen ezen ülkenin karşısında olmalarının nedeni tam da budur.
Emperyalizm kendi özgül amaçlarını -sömürgeler, pazarlar, hammadde kaynakları, nüfuz alanları ele geçirmek- "saldırganlara karşı barışı korumak", "anavatanın savunulması", "demokrasiyi savunmak" vb. türünden fikirlerle kamufle eder. Bu fikirler baştan aşağıya yanlıştır. Her sosyalistin görevi, bunları savunmak değil bilâkis halkın önünde maskesini düşürmektir. Lenin 1915 yılının Mart ayında, "İlk askeri saldırıyı hangi grubun yaptığının veya savaşı ilk kimin ilân ettiğinin sosyalistlerin taktiklerinin belirlenmesinde hiçbir önemi yoktur," diye yazıyordu. "Anavatanın savunulması, düşman istilâsını geri püskürtmek, bir savunma savaşı yürütmek gibi ifadeler, her iki tarafta da tamamen insanları kandırmaya yöneliktir." "On yıllarca" diye açıklıyordu Lenin, "üç haydut (İngiltere, Rusya ve Fransa’nın burjuvazileri ve hükümetleri) Almanya’yı yağmalamak için silahlandılar. Üç haydut daha ısmarladıkları yeni bıçakları ele geçiremeden, iki haydudun (Almanya ve Avusturya-Macaristan) bir saldırı başlatması şaşırtıcı bir durum mudur?"
Savaşın nesnel tarihsel anlamı proletarya için belirleyici öneme sahiptir: savaşı hangi sınıflar yürütüyor? Ve bunu ne amaçla yapıyorlar? Belirleyici olan budur, düşmanın daima halka başarılı bir şekilde saldırgan olarak resmedilebildiği diplomasi kurnazlığı değil. Emperyalistler tarafından demokrasi ve kültür sloganlarına yapılan göndermeler de aynı derecede yalandır. "... Alman burjuvazisi... işçi sınıfını ve emekçi kitleleri, savaşın... özgürlük ve uygarlık için ve Çarlık tarafından ezilen halkları özgürleştirmek için yürütüldüğüne ant içerek aldatmaktadır. İngiliz ve Fransız burjuvazileri... işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, savaşın... Alman militarizmine ve despotizmine karşı yürütüldüğüne ant içerek aldatmaktadır." Şu ya da bu türden bir siyasi üstyapı, emperyalizmin gerici ekonomik temelini değiştiremez. Aksine, üstyapıyı kendine tâbi kılan bu temeldir. "Günümüzde... hâlâ ilerici bir burjuvazi veya ilerici bir burjuva hareket düşünmek aptalcadır. Burjuva demokrasileri bütünüyle... gericileşmiştir." Emperyalist "demokrasi"ye ilişkin bu değerlendirme, tüm Leninist anlayışın temel taşını oluşturur.
Emperyalist kamplar tarafından yürütülen savaş, anavatan savunması ya da demokrasi için değil, dünyanın yeniden paylaşımı ve sömürgeci köleleştirme için yapıldığından, sosyalist bir insanın bir haydut kampı diğerine tercih etme hakkı yoktur. "Uluslararası proletarya açısından, savaşan iki ulusal gruptan hangisinin yenilgisinin sosyalizm için daha az zararlı olacağını belirlemeye" çabalamak tamamen boşunadır. Lenin, 1914 yılının Eylül ayının daha ilk günlerinde, emperyalist ülkelerin her biri ve tüm gruplaşmalar için savaşın içeriğini şu şekilde nitelendirmişti: "Pazarlar için ve yabancı toprakları yağmalamak için mücadele, tüm ülkelerde proletaryanın devrimci hareketinin önünü kesme ve demokrasiyi ezme gayreti, bütün ülkelerin proleterlerini aldatma, bölme ve ezme dürtüsü, burjuvazinin çıkarları için bir ulusun ücretli kölelerini diğer ulusun ücretli kölelerine karşı kışkırtma isteği; savaşın gerçek içeriği ve anlamı sadece budur." Bütün bunlar Stalin, Dimitrov ve şürekasının bugünkü öğretisinden ne kadar da uzak!
Barış için pasifist iç çekişlerle emperyalist savaşa karşı mücadele vermek mümkün değildir. "İşçi sınıfını aldatma yollarından biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır. Kapitalizm altında, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşların olması kaçınılmazdır." Emperyalistler tarafından kararlaştırılacak bir barış, ancak yeni bir savaştan önceki soluklanma dönemi olabilir. Yalnızca savaşa ve savaşı üreten emperyalizme karşı devrimci bir kitle mücadelesi, gerçek barışı sağlayabilir. "Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır."
Pasifizmin uyuşturucu ve zayıflatıcı yanılsamalarına karşı mücadele, Lenin’in öğretisindeki en önemli unsur olarak ortaya çıkar. Lenin, "kapitalizm altında apaçık bir ütopya olan silahsızlanma" talebini, özel bir düşmanlıkla reddetti.
Sosyal-şovenizmin kökleri
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi partilerinin çoğu, savaş sırasında kendi burjuvazilerinin tarafına geçtiler. Lenin bu eğilimi sosyal-şovenizm olarak adlandırdı: lafta sosyalizm, davranışta şovenizm. Enternasyonalizme ihanet gökten zembille inmedi, reformist uyarlanma politikalarının kaçınılmaz bir devamı ve gelişmesi olarak ortaya çıktı. "Oportünizm ve sosyal-şovenizmin ideolojik-politik içeriği bir ve aynıdır: sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliği, kendi hükümeti zor durumdayken bu zorluklardan devrim için yararlanmak yerine kendi hükümetini desteklemek."
Son savaştan hemen önceki -1909’dan 1913’e uzanan- kapitalist refah dönemi proletaryanın üst katmanlarını çok sıkı bir biçimde emperyalizme bağladı. Emperyalist burjuvazinin sömürgelerden ve genel olarak geri kalmış ülkelerden emperyalist burjuvazi tarafından elde edilen süper kârların ağız sulandırıcı kırıntıları, işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisinin payına düştü. Bu nedenle, onları yurtseverliğe iten şey doğrudan doğruya emperyalizmin politikalarındaki kişisel çıkarlarıydı. Bütün toplumsal ilişkileri tüm çıplaklığıyla açığa vuran savaş boyunca, "oportünistler ve şovenistler, burjuvaziyle, hükümetle ve Genel Kurmayla ittifakları nedeniyle büyük bir güce kavuşmuşlardı."
Sosyalizmdeki ara ve belki de en yaygın eğilim, barış zamanında reformizmle Marksizm arasında salınan ve bir yandan kendilerini kaba, pasifist sözlerle gizlemeye devam ederken neredeyse istisnasız olan sosyal-şovenistlerin esiri olan sözde merkezdir (Kautsky vb.). Kitlelere gelince, onlar kendilerinin on yıllardır yaratmış oldukları aygıtları tarafından gafil avlandılar ve aldatıldılar. Lenin, İkinci Enternasyonal’in işçi bürokrasisinin sosyolojik ve siyasi bir değerlendirmesini yaptıktan sonra yarı yolda durmadı. "Oportünistlerle birlik, işçilerin "kendi" ulusal burjuvazileriyle ittifak yapmasıdır ve uluslararası devrimci işçi sınıfı saflarında bir bölünmeye işaret eder." Buradan, enternasyonalistlerin sosyal-şovenistlerden kopmaları gerektiği sonucu çıkar. "Şu anda sosyalizmin görevlerini yerine getirmek olanaksızdır, oportünizmden…" ve merkezcilikten, "sosyalizm içindeki bu burjuva eğilimden kesin bir şekilde kopmadıkça işçilerin gerçek bir enternasyonal birliğini sağlamak mümkün değildir." Bizzat partinin adının değiştirilmesi gerekmektedir. "Lekelenmiş ve alçaltılmış olan "Sosyal-Demokrat" ismini bir kenara atıp, eski Marksist isme, Komünist ismine geri dönmek daha iyi olmaz mı?" İkinci Enternasyonal’den kopmanın ve Üçüncüyü inşa etmenin zamanıdır.
* * *
O zamandan bu yana geçen yirmi küsur yılda ne değişti? Emperyalizm çok daha şiddet dolu ve baskıcı bir karakter kazandı. Bugün emperyalizmin en tutarlı ifadesi faşizmdir. Emperyalist demokrasiler birkaç basamak aşağı düştüler ve doğal ve organik olarak faşizme doğru evrim geçiriyorlar. Ezilen ulusların uyanışı ve ulusal bağımsızlık istekleri keskinleştikçe, sömürgeci baskı daha da katlanılmaz hale gelmektedir. Diğer bir deyişle, Lenin’in emperyalist savaş teorisinin temelinde yer alan tüm bu ayırt edici özellikler, şimdi çok daha canlı ve keskin bir karakter kazanmış durumdadır.
Elbette komüno-şovenistler, uluslararası proletaryanın siyasetine sözüm ona tam bir dönüş yapan SSCB’nin varlığından söz edeceklerdir. Buna kısaca şöyle cevap verilebilir: SSCB doğmadan önce de, mücadeleleri desteklenmeyi hak eden ezilen uluslar, sömürgeler vb. vardı. Eğer kişi kendi ülkesinin sınırlarının dışındaki devrimci ve ilerici hareketleri, kendi emperyalist burjuvazisini desteklemek suretiyle destekleyebiliyor olsaydı, sosyal-yurtseverlik politikası ilkesel olarak doğru olurdu. O zaman Üçüncü Enternasyonal’i kurmak için de hiçbir neden kalmazdı. Bu işin bir yanı, fakat başka bir yanı daha var. Şu anda SSCB yirmi iki yıldır varlığını sürdürüyor. On yedi yıl boyunca Lenin’in ilkeleri yürürlükte kaldı. Komüno-şovenist politikalar keskinleşmeye başlayalı sadece dört beş yıl oldu. SSCB’nin varlığı savı bu yüzden yalnızca sahte bir kılıftır.
Eğer çeyrek yüzyıl önce Lenin, sosyalistlerin uygarlığı ve demokrasiyi savunmak bahanesi altında kendi milliyetçi emperyalizmlerinin yanına geçişini sosyal-şovenizm ve ihanet olarak adlandırdıysa, o zaman Lenin’in ilkeleri açısından bugün aynı politika çok daha canicedir. Yaşasaydı Lenin’in, kapitalist uygarlık çok daha derin bir çürüme içindeyken İkinci Enternasyonal’in tüm safsatalarını yeniden dirilten Komintern önderlerini nasıl adlandıracağını tahmin etmek güç değil.


Burada tehlikeli bir paradoks var; Komintern bayrağını Kremlin oligarşisinin izlerini silmek için kirli bir paçavraya çeviren sefil Komintern epigonları, Komünist Enternasyonal’in kurucusunun öğretilerine sadık kalanlara "dönek" diyorlar. Lenin haklıydı: Egemen sınıflar büyük devrimcilere sadece hayatları boyunca eziyet etmekle kalmazlar, ölümlerinden sonra onları görevi "kanunu ve düzeni" korumak olan ikonalara çevirmeye çalışarak, çok daha incelikli önlemlerle onlardan intikam alırlar. Elbette hiç kimse Lenin’in öğretilerini savunmak zorunda değildir. Ancak bizler, onun öğrencileri, hiç kimsenin bu öğretilerle alay etmesine ve tam karşıtına dönüştürmesine izin vermeyeceğiz.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Suruç katliamı ve arka planı - Baran Serhad

Suruç katliamı ve arka planı

// 20 Temmuz Pazartesi günü, Kuzey Kürdistan’ın Suruç ilçesinde Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’ndan 32 Aktivist bombalı bir eylemde katledildi. 100′den fazlası ise yaralı durumda. SGDF’li yoldaşlara baş sağlığı diliyor ve dayanışma içinde olduğumuzu açıklıyoruz. Peki bu ağır saldırının arkasında ne yatıyor? //
Kürt Halk Koruma Birlikleri YPG ve YPJ’nin IŞİD barbarlarına karşı Kobane’de verdikleri mücadele uzun zamandır dünya genelinde önemli bir konuma sahip. Pek çok dayanışma kampanyasının yanı sıra, sol örgütlerden birçok aktivist direniş sürecinde Kobane’yi kurtarmak amacıyla IŞİD’e karşı silahlandı. Milislerin kahramanca mücadeleleri sonucunda IŞİD kentten püskürtüldü. Lakin Kobane ağır savaş koşulları ve NATO uçaklarının bombardımanları sebebiyle şu anda enkaz halinde bulunuyor.
Bu sebeple Kobane destekçileri bir araya gelerek, şehri yeniden kurma çabasına giriştiler. Bu destekçilerden birisi olan SGDF, 19 Temmuz’dan 24 Temmuz’a kadar projeye katılım çağrısında bulundu. Bir çok şehirden gelen 300 Aktivist, Kobane’ye yolculuk için Amara Kültür Merkezi’nde buluştu. Aktivistler öncelikle kampanyayı tanıtmak amacıyla bölgede bir basın açıklaması düzenlediler. IŞİD’e bağlı intihar bombacısının katliamı gerçekleştirdiği netlik kazanmış durumda.

AKP finanse ediyor, IŞİD katliam yapıyor!

Katil Türk devletinin ikiyüzlü temsilcileri katliamdan sonra üzüntülerini dile getirdiler. Fakat elleri kana bulanmış olan AKP hükümetinin ve MİT’in bu katliamın esas sorumluları olduğu barizdir. IŞİD çetelerine sağladıkları finansal ve lojistik destek ile bu katliamın temelini oluşturmuşlardır. Geçen yılın ekim ayında yayınladığımız bildiride bu çizgiyi teşhir etmiştik: ”Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin özellikle ahlaksız bir rolü var. Türkiye geçtiğimiz haftalarda ve aylarda IŞİD’in kendi topraklarına geri çekilmesine sürekli izin verdi. Buna karşılık Kürt mültecilerin ve milislerin Türkiye’ye geçişine engel oldu ve IŞİD’le yapılan işbirliğine karşı Türkiye’de yapılan protestoları şiddet kullanarak bastırdı. [...] Türk devleti Suriye’deki iç savaşın başlangıcından itibaren Esad diktatörlüğünün düşüşünü hızlandırmak, Kürt halkındaki özerklik eğilimlerini yok etmek ve kendi çıkarlarını dayatmak için Suriye’deki birçok muhalif gruba para ve silah desteğinde bulundu. Türk hükümetinin dış politikasının çöküşü, IŞİD’e verdikleri utanç verici destekle zirve yaptı.”
Türk devletinin IŞİD’e olan desteği kısmen gizli, kısmen aleni durumdadır: IŞİD 2014 yılında Musul’da bulunan Türk Konsolosluğunu işgal edip, 49 insanı 101 gün boyunca rehin olarak tuttuğunda, AKP hükümeti MİT ile beraber IŞİD ile gizli pazarlıklar yürüttü. O süreçte Ankara’daki hükümet emperyalistlerden bile gelen baskılara rağmen, IŞİD’e karşı net bir tutum almadı ve esas odağını Rojava’ya saldırmaya yöneltti. Rehinler serbest bırakıldığında ise, hükümet bu konu hakkında hiç bir detay sızdırmadı.
Suriye iç savaşı sırasında sınırda bulunan Hatay şehri, açıkça çetelerin ricat bölgesi olarak kullanıldı. Bu çeteler 11 Mayıs 2013 yılında Reyhanlı’da düzenledikleri bombalı saldırılar ile 52 kişiyi katletmiş, 100′den fazla insanı ise yaralamıştır. Bu sırada IŞİD taraftarları İstanbul’da sorunsuz bir şekilde dernek büroları açıp, yürüyüş bile düzenleyebiliyorlar.
İlk olarak Kasım 2013′te ve sonrasında Ocak 2014′te MİT’in 4 ayrı tırına gerçekleştirilen arama operasyonları doğrultusunda, Türk devletinin Suriye’deki örgütlere silah yardımı yaptığı ortaya atıldı. Özellikle sosyal medyada büyük yankı bulan bu haberin ardından, hükümet arama emri veren 5 Cumhuriyet Savcısını görevden aldı ve haklarında tutuklama kararı çıkarttı.
Geçen seçim sürecinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kürtlerin IŞİD’e karşi aldığı askeri zaferlerin ardından agresif ve militarist bir retorik kullandı: ”Tüm dünyaya sesleniyorum: Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” Bu karalama propagandası sadece Rojava’ya değil, HDP’ye karşı da yürütüldü. Başbakan Ahmet Davutoğlu ile beraber Erdoğan seçim mitinglerinde birçok kez HDP’yi alenen hedef gösterdi. Bunun sonucunda yüzlerce HDP bürosu saldırıya uğradı ve 5 Haziran’daki Diyarbakır mitinginde bombalama saldırısı meydana geldi. Suruç katliamı aynı şekilde AKP rejiminin bir ürünüdür ve önceki katliamlarla bağlantılıdır.

Bumerang etkisi

Türkiye rejimi hakkındaki daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, AKP hükümetinin dış poltikasının iflası felaket sonuçlara sahiptir: ”NATO üyesi ve ABD’nin stratejik ortaklarından birisi olan Türk devleti, Arap baharının ortaya çıkışı ile beraber bölgede ve özellikle Mısır’da „Türk modelini“ yayma çabalarına girişti. Bölgesel güç olma yolunda araç olarak kullanılan bu modeli neoliberal ılımlı islami partinin iktidarında parlamenter demokrasi olarak tanımlayabiliriz. Lakin bu konsept tamamen başarısızlığa uğradı ve Türk devleti dış politikada şu sıralar bilhassa Suriye, Mısır, Irak ve Libya’da düşmanca ilişkilere sahip.” Bunun arka planında ise şöyle bir durum söz konusudur: „Türk burjuvazisi dış politikada Suriye ve Mısır’da çelişkili bir durumdadır: Muhalifleri destekleyerek kendi pazarını oluşturmak ve jeopolitik müttefikleri ile bölgesel bir güç olma çabasındaydı. Lakin Esad’ın düşürülmesi için gerekli olan ekonomik güce ve emperyalist devletlerin desteğine sahip değildi.”’
Türk devleti HDP’nin yükselişini ve Rojava deneyimini büyük bir tehdit olarak algılıyor. Keza Kürt hareketi PKK 30 senedir milli güvenliğe karşı en büyük tehdit olarak görülmektedir. Her ne kadar PKK ve HDP Türkiye’de reformist bir çizgide olsalar da, Rojava’daki demokratik öz yönetim deneyimi Türk devletininin Suriye politikası ile çelişmekte. Bu sebeple Türk devleti için Rojava deneyiminin kaybetmesi esas gereksinimdir.
”Arap baharı” sırasında Türk hükümeti ılımlı neoliberal islam modelini Mısır gibi ülkelere yaymak istedi. Fakat bu ”ihracat” başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye’nin stratejik müttefiklerinden olan Müslüman Kardeşler karşı devrimci bir dalga sırasında bozguna uğratıldı.
Şimdi ise Türk devleti rejimin ekonomik ve politik konumundan ötürü büyük bir baskı altında bulunuyor. IŞİD’e verilen pragmatik destek, gerek Esad rejiminin yıkılmasını hızlandırmak gerekse Rojava’daki demokratik öz yönetimi parçalamak için oynanan büyük bir kumardı. Lakin bu kumarda kaybeden taraf olan Türk devleti büyük bir krizin eşiğinde bulunuyor. Her ne kadar AKP Uluslar arası arenada ”IŞİD’in müttefiki” olarak teşhirinden dolayı IŞİD’ten uzaklaşmaya çabalasa da, bu örgüt Türkiye’de çoktan gerekli maddi altyapısını oluşturmuş ve konsolide olmuş durumdadır.

Görevlerimiz

Artık burjuvazi tarafından dikte edilen barışın kanlı yüzünü görebime zamanı gelmiştir: Bu süreç Kürt hareketinin Türk devleti karşısında mutlak kapitülasyonu anlamına geliyor. Bu sebeple ”barış sürecinin” aktörleri arasında tekrar tekrar anlaşmazlıklar vuku bulup, süreç Türk devleti tarafından tek taraflı dondurulmuştur. Katliamlarda, ulusal baskıda, sömürüde ve zorunlu göçte esas sorumluluğu bulunan Türk burjuvazisi ve işgalci devlet ile ”demokratik barış” söz konusu olamaz. Barış sözleşmesi olsa bile, bundan sadece Kürt burjuvazisi yararlanacak ve Kürt halkının büyük bir kısmı baskı ve sömürüden kurtulamayacak.
IŞİD eşkiyaları sol örgütler, işçiler, Kürtler, Aleviler ve kadınlar için büyük bir tehlike arz ediyor. Son zamanlarda bu barbarların saldırıları artmış durumda. Kitlelerin güvenliği Türk hükümetinin umrunda değil. Suruç katliamını protesto etmek için birçok şehirde sokağa çıkan kitleler bile ağır polis saldırılarına maruz kaldılar. Bu koşullar altında IŞİD eşkiyalarının ve Türk devletinin baskılarına karşı işyerlerinde ve sokaklarda öz savunma komiteleri kurulması bir mecburiyettir.
Bizler Almanya’da ve Avrupa’da Kürt halkını kriminalize eden ve direnişlerini sekteye uğratan PKK yasağının kaldırılması, bütün politik tutuklularının serbest bırakılması, ilticacıların kabul edilmesi ve silah ihracatının durdurulması için mücadele etmeliyiz. Bu sebeple sendikalar ve sol örgütler Kürt halkıyla dayanışmaya geçerek kampanyalar ve yürüyüşler düzenlemelidirler.


*Yukarıdaki yazı FT-CI Almanya seksiyonu RIO (Revolutionare Internationalistische Organisation) un sitesi www.klassegegenklasse.org sitesinde yayınlanmıştır.
http://www.klassegegenklasse.org/suruc-katliami-ve-arka-plani/

“Uyandım sizi düşündüm birdenbire duvar, birdenbire gece yarısı, Ay göğsümün sol yarısı”… - berxwedan poyraz

Uyandım sizi düşündüm birdenbire duvar, birdenbire gece yarısı,
Ay göğsümün sol yarısı”…
Attım kendimi sokağa kedilerle konuştum. Dertlendim sigaramı yaktım dumanına karıştım. Yollar çıkmaza döndükçe, dilimdeki türkü uzadı ağıt uzadı. Ey sen yiğit çıkartmaktan hiç erinmeyen coğrafya adamı zorla şair yaparsın.
Hem öyle bir şiir ki bu yedi renk yedi dil yedi coğrafya barındırırsın. İçinde lazlar mı istersin ? Kürtler mi ? yoksa Çerkesler mi ? Düşün ki bu insanlar ortak kavgada buluştu devrim ateşiyle düştüler yola, belki çoğu daha once Ankaradan öteye geçmemişti bile.
Ama iradeyle cesaret onları rojavaya taşıdı. Koşulların sertliği yıkık bir kentin yitik çocuklarına umut götürülmesine engel olamadı. Ta ki o sabaha kadar…

Fidan dikecektiniz bir de değil mi? şimdi o fidanlar siz oldunuz. 32 Can 32 Siper yoldaşı. Her biriniz bu yiğitler coğrafyasının birer mihenk taşısınız artık. Tarih gülüşlerinizin donup kaldığı 20 temmuz sabahını unutmayacak ve “ASLA”.

Nasıl ki unutulmadıysa idam sehpasında Deniz’in son sözleri
Yaşasın Türk ve Kürt Halkının Ortak Mücadelesi”…
Nasıl ki unutulmadıysa İbrahim’in Dıyarbakır Zindanlarında ser verip sır vermeyen o çelikten iradesi…
Kim dövüşmüyorsa bu zulme karşı, Kim bir kurşun atımı kadar yakın durmuyorsa bu haramilere o bizden değildir diyorsa Mahir…
Mazlumun önderliğinde bir halkın çocukları savaşa, kavgaya ateşle yürüyorlarsa.

Bizim de özgürlüğümüz dövüştüğümüz yerdir. Demiş ki biryoldaş iyi değilim ! İyi olmayacağım ! İyi olmayın ! Farklı yollardan geliyor olsak bile kızıl bayrağın altında buluşup barbarlığa, faşizme, Gericiliği bir balyoz gibi inmeli yolumuzu aydınlatan önderliklerin ışığında devrimci bir cephe oluşturmalı ve haykırmalıyız

YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM !
YAŞASIN SİPER YOLDAŞLIĞI !

Kabul edelim ki bu coğrafyada yaşamak direnmenin başladığı yerdir. Farklı din, dil, ırk, mezhep, cinsel kimlik barbar çeteler tarafından öldürülmeye ve tecavüz edilmeye yeterli. Halbuki bizler bütün renklerimizle bir çarkın dişlileri gibi mutlu bir uyum içerisindeyiz. Bilmiyorlar ki bizler en çok farklılıklarımızla seviyoruz birbirimizi. Bizden olmamızı istedikleri sormayan sorgulamayan insan modelini istemiyoruz. Bizler artık sokak ortasında özgürlüklerimiz için polis esnaf faşist üçgeninde dövülerek öldürülmek istemiyoruz. Bizler yaşamlarımızın hiçe sayıldığı maden ocaklarında sırf başka seçeneğimiz olmadığı için öldürülmek istemiyoruz. Bizler zulme başkaldırdığımız için polis mermileriyle öldürülmek istemiyoruz. Bizler umut taşıyıcıları gencecik fidanlar başka bir dünyanın mümkün olduğu şiarımızla, barbar çeteler tarafından katledilmek istemiyoruz.

Bu coğrafya kana doydu artık. Anaların yürekleri dayanmıyor.
Sizler ki bizim yaşam hakkımızı elimizden almak isterseniz, bizlerde artık öz savunmaya geçer ve yaşamlarımızı ve özgürlüklerimizi korumak adına savaşırız. Ki tarih nice destansı kavgalarla doludur. Ölürüz de biz. ölmeyi de iyi biliriz. Hem ölmek dediğin nedir ? yaşamak Ne ?

Yaşamak nefes alıp vermek değildir. Nazım ne güzelde demistir
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”…
işte tam da burda senin insanlığının yaşam hakkının bende olmadığını nereden çıkarıyorsun. Ölmemiz gerektiğini nasıl savunuyorsun. Beni ağlatan ölüm senin gülmeni sağlıyorsa biz kardeş değiliz ve hiç olmadık. Oysa ki kürt bir anne şöyle diyor;
Keşke bizim çocuklar ölseydi biz alışığız bu misafir çocuklarını annelerine biz ne deriz. Evet tam da böyle söylüyor. Sizin çürümüşlüğünüze inat, bizim yüreklerimiz tanır birbirini, ezilmişi, zulme uğramışı, emekçiyi, gönül bağıyla bağlıyızdır biz nerde olsa tanırız birbirimizi. İster yeşil bir parka nın içinde ister yedi kat yerin dibinde biz birbirimize hep aynı sevgiyle bakarız. Tarihin kavga destanlarından tanırız birbirimizi nasıl ki tanıyorsak cellatlarımızı biz yüreklerimizden tanırız birbirimizi.


Birçoğu kardeşim yaşta, inançları uğruna bir temmuz sabahı o iyi insanlar güzel atlarına binip gittiler. Geriye ne mi kaldı “İSYAN “
Bizler artık ölmeyeceğiz bu topraklar dais çetelerine gericileri faşistlere mezar olacak ve döktükleri kanda boğacağız her birini. Gömdüklerimizden devraldığımız bayrağı onurla taşıyıp birer özgürlük neferi olmaya and içtik. Kadınız Erkeğiz Bireyiz içimizde bu devrim ateşi yandıkça kavga heryerde ! özgürlüğümüz kavganın başladığı yerde.
Arkadaş güzel demiş; alnını dağ ateşiyle ,yüzünü kanla yıkayan dostum , senin dudağında gülümseyen bordo gül , benim yüreğimi harmanlayan isyan olsun şimdi dingin gövdende , uğultuyla büyüyen sessizlik, bir gün benim elimde  patlamaya hazır mavzer olsun , başını omzuma yasla  gövdemde taşıyayım seni , gövdem gövdene can olsun…
Uğurlar olsun…





21 Temmuz 2015 Salı

İSTANBUL'DA SURUÇ KATLİAMI PROTESTO EDİLDİ


Urfa ilinin Suruç ilçesinde T.C. egemenlerinin bilgisi ve yönlendirmesi ile İşid adlı islamcı katliam şebekesi tarafından Kobene'ye oyuncak ve kitap göndermek için SGDF önderliğinde harekete geçen ve yola çıkan genç sosyalistlere bir intihar saldırısı gerçekleştirilmiş, 32 genç canımız katledilirken yüzlerce yaralı bulunmaktadır.


Dün akşam istiklal caddesi tünel önünde akşam yedi gibi toplanan çeşitli sol ve sosyalist gruplar ,sivil toplum kuruluşları ve dernekler Suruç katliamını protesto etmek için bir yürüyüş yaptılar ve yürüyüşün ardından bir basın açıklaması gerçekleştirdiler.Ayrıca basın açıklamasından sonra çeşitli sosyalist parti yöneticileri yaptıkları konuşmalarda devlet terörünü ve Suruç katliamını lanetlediler.

Basın açıklaması ve konuşmalardan sonra polis alanda toplanan devrimcilere ve sosyalistlere karşı tomalar ve gaz bombaları ile saldırdı. 

ROBOSKİ ,DİYARBAKIR .ERZURUM ,SURUÇ DEVLET KATLETMEYE DEVAM EDİYOR ! - Bilge Kalem


Kobane savaşıyla başlayan süreçte tc kürt halkına yönelik baskı ve zulüm politikalarını arttırmaya devam ediyor. Suriye'yi işgal planları doğrultusunda tc tarafından beslenen ışid çeteleri sadece Suriye halkına zulmetmekle kalmıyor aynı zamanda akp'nin paramiliter bir örgütü gibi hareket edip hiç durmadan Kürdistan'da örgütlü kürt halkına ve sosyalistlere karşı hunharca saldırılara girişiyor.Akp her ne kadar barış ve demokrasi naraları atsa da kürt sorununda izlediği politikanın 90'lı yıllarda izlenen politikadan hiç bir farkı yoktur. Tc'nin kürt halkına ve sosyalistlere karşı izlediği yegane politika inkar ve imha politikalarıdır. Ancak Kürt halkına ve sosyalistlere karşı girişilen saldırıların ve katliamların tek nedeni bu değildir tc girişeceği savaş öncesinde sosyalistleri ve kürt özgürlük hareketini susturmak istemektedir.
Dün gerçekleşen Suruçtaki hain ve menfur saldırının arka planında ise işte bu baskı ve zulüm politikaları ile Suriye'yi işgal planları yatmaktadır.Ypg güçlerinin Işidi Suriye'de sıkıştırması ve kürtlerin kuzey Suriye'de güçlennmesi tc'yi rahatsız etmektedir; çünkü bu durum tc'nin Suriye'de sefer planlarını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle her gün burjuvazinin kiralık beyinleri ve kiralık kalemleri gazete ve televizyonlarda kuzey suriye'ye yapılacak bir sefer için işçi ve emekçi kitleleri ikna etmeye çalışmaktadırlar.
Durum aynı 1905 devrimi öncesi döneme benzemektedir aynı o dönemin Rusyasında olduğu gibi koyu bir milliyetçilk dalgası bugünkü Türkiyeyi de sarmıştır ancak bir farkla günümüz türkiyesinde kürt özgürlük hareketi milliyetçi saldırılara karşı koymayı başarabilmekte ,milliyetçi ve ırkçı saldırılara kürşı barış sloganlarını dik ve onurlu bir şekilde haykırabilmektedir.
SAVAŞ PLANLARI VE DEVLET TERÖRÜ KARŞISINDA SOSYALİST HAREKETİN TUTUMU ÜZERİNE
Peki bu savaş atmosferinde sosoyalist hareket ne yapmaktadır ? diye sorarsak alacağımız cevap sosyalistlerin üstlerine düşen hiç bir görevi yerine getirmediğidir.Çünkü türkiye sosyalist hareketi (Buna maalesef troçkistlerde dahil) reformizmin ve konformizmin tuzağına düşmüş durumdadır ve Ortadoğuda patlak verecek bir savaşın dünya savaşına dönüşeceğini kestirebilecek enternasyonalist anlayıştan yoksundurlar !
Birçoğu başlıca görevleri olan işçi emekçileri burjuvazinin savaşına katılmalarını engellemeye çalışmak için sürekli propaganda ve ajitasyon çalışması yapmak yerine günübirlik basın açıklamalarıyla ve sosyal medya paylaşımlarıyla yetinmektedirler.Halbuki burjuvazi işçi ve emekçileri savaş konusunda ikna etmek için daha çok uğraşmaktadır.
Daha şimdiden savaş karşıtı hareketin nasıl bir renk alacağı bellidir .Bu renk reformizmin bayrağının rengi olan sarı bayraktır.Irak savaşı sürecinde sadece türkiye değil dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu reformizmin pasifizmin girdabına kapılmış önemli devrimci fırsatlar elden kaçmıştı.Aynı durum bu gidişle bu savaş durumunda yaşanacak gibi gözükmektedir.Ancak bu durum türkiye deki işçi emekçiler açısından çok daha vahim sonuçlar yaratacaktır.İşte bu nedenle devrimci Marksistler olarak yaklaşan savaşa karşı uyanık olmalı var gücümüzle işçi mahallelerinde fabrikalarda kısacası her yerde savaş karşıtı bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütmeliyiz.
Yükselen devlet terörüne karşı ise yapılması gereken yegane şey ise "Faşizme karşı birleşik sınıf cephesi "sloganını yükselterek her düzeydeki işçi örgütünü ve bütün sosyalist hareketi devlet terörüne ve faşist saldırganlığa karşı tek yumruk haline getirmektir.Zor gibi gözüksede bu bir zorunluluktur.
Son olarak şunu da ekleyelim bütün bunları gerçekleştirecek yegane güç işçi sınıfının devrimci partisidir.
FAŞİZME KARŞI BİRLEŞİK SINIF CEPHESİ !
KAHROLSUN DEVRİMCİLERE VE KÜRT HALKINA KARŞI UYGULANAN DEVLET TERÖRÜ !
KÜRT HALKINA KARŞI YÜRÜTÜLEN KATLİAM POLİTİKALARINA SON !

SAVAŞA KARŞI SINIF SAVAŞI !

20 Temmuz 2015 Pazartesi

"Devrimci Yenilgicilik" Üzerine Bir Okumadan Notlar - Harun Yoldaş

1. Bölüm
-Enternasyonalist olmayan bir hareketin, hatta enternasyonal üzerine herhangi bir teori geliştirimemiş bir ulusalcı troçkist hareketin, doğrudan siyasi grupları, enternasyonalist olmama üzerinden suçlaması.
-Aynı siyaset 1. bölüm'de Emperyalizm çağında, burjuvazi'den daha ilerici bir sınıf çıkmıştır diyor. Yani burada hem burjuvazinin ileri yönünü söyleyip, aynı zamanda işçi sınıfının sadece emperyalizm çağında ilerici güce sahip olduğunu vurgulayarak tarihsel bir sapmaya uğruyor.
-Troçkist olduğunu iddia eden siyaset, Troçki'nin eşitsiz-gelişim yasasından bi haber şekilde, abd ve malta üzerinden örneklendirme yaparak, maltanın da yanında yer almayacağını açık bir şekilde söylüyor.
-Bu siyaset 1. Bölüm'de şöyle söyleyerek, çok iddialı konuşmuştur;
Bu açıdan işçi sınıfının savaş sırasında da en temel ayrımı unutmaması şarttır: Ulusal ayrımlar değil, sınıfsal ayrımlar önemlidir! İşçi sınıfının “kendi” ülkesindeki burjuvaziyle ortak bir yanı yoktur, oysa savaş halinde olduğu ülkenin işçi sınıfıyla çıkarları ortaktır. Bu nedenle proletarya savaş sırasında da “kendi” ülkesinin yenilgisine yol açıp açmayacağını düşünmeden sınıf mücadelesini sonuna kadar sürdürmelidir.
Devrimci yenilgiciliğin özü budur. Kuşkusuz teori ve önerme bundan ibaret değildir, fakat devrimci yenilgiciliğin diğer yanları bu enternasyonalist çizgide uzlaştıktan sonra rahatlıkla halledilebilir. Lenin’in bu görüşünün farklı ve yer yer birbiriyle uzlaşmayan yönlerini vurguladığı dönemler olmuştur. Örneğin “ehven-i şer”, “her ikisi de şerdir”, “yenilgi devrimi kolaylaştırır”, “Çarlık Rusya’sına özgü bir slogan”, “devrimci yenilgiciliğin uluslararası geçerliliği”, vs. Bunların hiçbiri devrimci yenilgicilik kavramının özünden uzaklaşmaya yol açmamalıdır: Devrimci yenilgicilik burjuva hükümete, onun temsil ettiği sisteme ve burjuva ulus-devlete karşı, savaş durumunda da uzlaşmaz bir sınıf mücadelesi yürütmeyi savunur. Bu sloganın ülkenin yenilgisini istemekle ya da bunun için aktif çaba göstermekle (bozgunculukla), yenilginin devrimi kolaylaştıracak olmasıyla vb. ilişkisi olmadan da, mutlak bir geçerliliği ve haklılığı vardır ve bu geçerlilik enternasyonalist sınıf mücadelesinin haklılığından gelmektedir. Esas hedef proletaryanın farklı kılıflar altında saflarına sızabilen milliyetçiliğe karşı savaşması ve kendi sınıfının enternasyonalist bayrağını yere düşürmemesidir.
Ancak aşağı da ki 2. bölümden alıntı da göreceğimiz gibi;
Aynısı devrimci yenilgicilik için de geçerlidir. Kitlelerin burjuva milliyetçi görüşlerin ağır etkisi altında olduğu ilk gün “ülkemiz yenilsin istiyoruz” sloganıyla onlarla bağ kurmaya alışmak, özünde, bağ kurmayı reddetmek ve daha da önemlisi onları kaderine (burjuvazinin insafına) terk etmektir. Nasıl ki direnişe gittiğimizin ilk günlerinde henüz güvenini kazanamadığımız işçilere sendika bürokrasisi eleştirisi yapmak genellikle sendika yönetimine daha fazla bağlamaya yol açıyorsa, burada da benzer bir durum söz konusu olabilir. İşçinin burjuva önderliğe güveninin en yüksek olduğu dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde yenilgicilik görüşünü, bu doğruyu bilhassa doğru cümleler ve doğru araçlarla ulaştırmak zorundayız.
Bu siyasi yapı, kendi oportünizmini burada teşhir ederek, kitlelere ulaşma aracı konusunda slogan ve ajitatif yönleri dikkate alarak, ulusalcıların yaşadığı bir bölgede kürt sorununa dair kendisini görünür kılmayacağını, ancak kürtlerin yoğun bir bölgesindeyse kürtçülük yapabileceğini öne sürmektedir. Buna da marksizmde, oportünizm denir.
1.Bölümde ki çelişkilerin bir yüzünü 2. bölümde diğer yüzünü de 3. bölümde görmeye devam edip, bu oportünizmi teşhir edeceğiz!


2.Bölüm
-Lenin'in, doğrudan yenilgicilik teorisini vatan hainliği üzerinden değerlendirmesine eleştiri olarak bu siyaset, ortaya geçiş talebi sunma fikriyatı gösteriyor. Ve kendisi barış sloganlarını yad ediyor. Yani bu süreçte sınıf uzlaşmacılığı çizgisini benimseyip, pasifist bir çizgiye düşüyor. Bu siyaset'in 1. bölümünde söylediklerini yad etmekte fayda var;
Devrimci yenilgicilik” proletaryanın barış dönemindeki sınıf politikasını savaş sırasında da özünü değiştirmeden savunması gerekliliğini anlatır. Devrimci yenilgicilik bir sınıf siyaseti olarak düşmanı dışarıda değil, içeride arayan, bu nedenle savaş durumunda bile çizgisini değiştirmeyen devrimci proleter tavrın adıdır. Tam karşıtı ise duygusal değil, yine siyasal ve sınıfsal bir tabir olarak alınması gereken yurtseverliktir, yani esas düşmanın sınırların dışında olduğunu düşünen ve sınıflar üzerinden değil uluslar üzerinden düşünmek gerektiğini vaaz eden ideolojidir. Kısacası, yurtseverlik ulus-devlet denen burjuva kurumu savunmak, savaşta o ulus-devletin sahibi olan burjuvaziden bağımsız bir siyasi çizgi izlememek, proletaryayı bu milliyetçi siyasete hapsetmektir.
Bu duruma ilişkin olarak 2. bölümden alıntıyla devam ediyoruz;
Liberal solcular gibi, barışı ana slogan haline getirmeyiz, çünkü kitlelerde yanılsamalar uyandırır. Kapitalizm yanlıları savaşları olağan işleyişten sapma olarak görüyorlar, bir toplumsal sistemin (kapitalizmin) zorunlu ürünü, farklı ülke ya da milliyetten burjuvaların kendi içlerindeki kapışmaları diplomasiyle halledemedikleri ölçüde kaçınılmaz hale gelen olağan gelişmeler olarak değil, talihsiz birer kaza olarak görürler. Oysa Marksistler açısından savaş, Lenin’in bir Prusyalı generalden sık sık alıntıladığı bir tabirle, siyasetin başka araçlarla (yani şiddet araçlarıyla) sürdürülmesidir. Savaş bir sapma değil, kapitalizmin organik ilişkilerinin devamıdır. Bu yüzden barış dönemiyle savaş dönemi arasında kesin ayrım yapmak, kapitalizmde kalıcı bir barışın olabileceğine dair yanılsamalar uyandırmak kabul edilemez. Barış sloganını devrimci iktidar sloganına bağlamak ve gerçek barışın işçi iktidarıyla geleceğini söylemek gerekir.
Burada gördüğümüz gibi, bu siyaset kendi içerisinde çelişiyor. Ve çelişki hala devam ediyor;
Gelgelelim aynı sivri nitelik devrimcilerin kitlelerden yalıtılmasına da yol açabilir. Lenin’in “eğip bükmeye gerek yok, bu tutum vatana ihanettir” yaklaşımının kitleleri cezbetmesini beklemek gerçekçi olmaz. Bu sloganı kitlelere ulaştırabilmek için bir ara formüle ihtiyaç vardır. Bu şekilde bakıldığında, aslında, doğru formüle edilmiş barış sloganı savaşın başlangıcında çok daha işlevseldir, kullanılması gereken bir geçiş sloganıdır. Kitlelerin gözünde savaşın anlamsızlığını teşhir etmeye başlayacağımız sloganlardan biri bu olmalıdır.


Burada ki temel sıkıntının özünü, Lenin ve Bolşeviklerin, tarihsel koşullarından söküp atma da yatmaktadır.
Bu siyaset, kendisini meşrulaştırmak adına burada ki tarihsel koşullarda oynamalar yapıp, kendisine ve kitlesine meşru kılıyor.


-Aynı Siyaset, oportünist dalgaya düşerek kitlelere oynamak gerektiğini söyleyerek, kitlelere yenilgicilik teorisi ile gidilmenin yanlış olduğunu vurgulayarak, aslında kitle partisi olduğunu kendi kendisi teşhir etmektedir. 1914 sürecinde bolşevik parti içerisinde yalpalamalar olduğunu ve bununda yenilgicilik teorisinin hatasından dem vurmakta. Ancak bu parti, çok önemli bir kıstası unutmakta; Bolşevikler, hiçbir koşulda işçi sınıfının tümünü örgütlemek gibi bir kitleciliğe düşmemiş, işçi önderlerini örgütlemeyi ana hedef haline getirmiştir.


-Aynı siyaset, yaptıkları oportünizmi ifade ediyor;
Peki, o halde devrimci yenilgicilik bizim için yalnızca bir süs müdür? Hayır, elbette değil! Öncelikle, sloganın hiçbir şekilde kullanılamaz olduğu da söylenemez. Hükümete tepkinin çok fazla olduğu dönemlerde, bilakis, bu sloganın bir taktik olarak kullanışlılığı da artar. Zaten Lenin devletin yenilgisi değil, hükümetin yenilgisi vurgusu yapmakla da buna dikkat çekiyor diyebiliriz. Diğer yandan, siyaseti soyut doğruları söylemekten ibaret görmeyen devrimci Marksistler olarak, bu sloganın uygun olduğu bağlamları belirlemek esastır. Sorun doğru görüşlerin kitleler tarafından benimsenmesini sağlayacak şekilde formüle etmektir. Savunduğumuz şeyleri, örneğin devleti yıkma fikrini, işçi kitlelere dosdoğru anlatmayıp daha düzgün formüle ediyorsak bu slogan için de durum aynıdır. Zaten siyaset budur.
Devlet ve hükümet bazlı ayrışma yaparak, hükümetin, devlet iktidarının temsilcisi olduğu yani, burjuvazinin temsilcisi olduğu gerçeğinden uzaklaşan merkezci siyaset, Devlet yapısını çözemediğini açık açık itiraf ediyor ve sonra devam ediyor: Kitlelere her şeyin dosdoğru anlatılamayacağını yani diğer bir deyişle, duruma ve yere göre, söylemlerinin değişebileceğini savunan hareket, kitlelere yedeklenerek oportünist olduğunu itiraf ediyor. Oysa zaten oportünizmin çıkış noktası kitlelere yedeklenmektir. Oysa ki burda belirleyici olan, Bolşevik olduğunu iddia eden bir partinin kitlelere sunacağı perspektiftir.


-Bu siyaset, yenilgicilik teorisi üzerinde, kendisini meşrulaştırmak adına böyle bir yol izlemiş;
Aynısı devrimci yenilgicilik için de geçerlidir. Kitlelerin burjuva milliyetçi görüşlerin ağır etkisi altında olduğu ilk gün “ülkemiz yenilsin istiyoruz” sloganıyla onlarla bağ kurmaya alışmak, özünde, bağ kurmayı reddetmek ve daha da önemlisi onları kaderine (burjuvazinin insafına) terk etmektir. Nasıl ki direnişe gittiğimizin ilk günlerinde henüz güvenini kazanamadığımız işçilere sendika bürokrasisi eleştirisi yapmak genellikle sendika yönetimine daha fazla bağlamaya yol açıyorsa, burada da benzer bir durum söz konusu olabilir. İşçinin burjuva önderliğe güveninin en yüksek olduğu dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde yenilgicilik görüşünü, bu doğruyu bilhassa doğru cümleler ve doğru araçlarla ulaştırmak zorundayız.
Bu siyasetin temel anlamda göremediği şey şudur; Yenilgicilik teorisi üzerinden kendisini meşrulaştırmak adına, ilk kez görüştüğü işçiye, yenilgicilik teorisi üzerinden gidilmenin yanlış olduğunu vurgulama noktasıdır. Zaten böyle bir söylemle gitmek sol komünist bir tavırdır. Yenilgicilik teorisinin varlığı, günümüz şartlarında, suriyeyle olası bir savaş durumunda geçerlidir. Ancak olaya tanıdığın ilk işçi olarak bakmak kendini meşrulaştırmaktır. Burada aslolan olgu şudur; Kadrolarının ve belli ölçüde senin görüşlerini benimseyen kitlenin, senin siyasetini ne kadar tanıdığı ve senin onu hangi ölçüde geliştirdiğin(marksizmi öğrettiğin) noktasıdır. Ama bu siyaset kendi oportünizmini, meşrulaştırmak adına uç örnekler vererek, merkezci çizgiye düşüyor.
2.Bölüme dair şunu söylemek gerekirse;
1. Bölümde ateşli bir devrimciyi oynayan siyaset, 2. bölüme geldiğinde oportünist çizgiye düşmüştür.


3.Bölüm
3.Bölümde ise, 1. bölümde bahsettiğimiz, eşitsiz-gelişim yasasına yer veriyor bu siyaset, ancak durumu ehven-i şer olarak değerlendirerek, 1. bölümde söylediklerini yalanlıyor;
-Bu çerçevede, emperyalist savaşlarda daha güçlü olan ülkenin yenilmesi bizim genel sınıf çıkarlarımıza daha uygun değil midir? Örneğin Türkiye ile Almanya arasında bir savaş çıkması durumunda Almanya’nın yenilmesi ehven-i şer değil midir? Enternasyonalizm bağlamında değerlendirildiğinde, özelde kendi ülkemizin yenilgisi “bizim” işimize yarayacaktır, ama Almanya’nın yenilmesi tüm dünya işçi sınıfının işine yarayacaktır, zira Türkiye kolsa, Almanya kalptir.
Keza Lenin’in bu mantıkla, yani salt bir propaganda malzemesi olarak değil, ilke olarak koyduğu düşüncesiyle meseleye yaklaştığımızda, o dönemde her ülkenin devrimcilerinin kendi ülkelerinin yenilgisini istemesini değil, güçlü ülkenin ve devrimcilerin esas güçlü olduğu ülkenin yenilgisini istemeleri gerekirdi. Almanya’nın yenilmesi Rusya’nın yenilmesinden daha yararlı olacaksa o zaman mantıken Almanya’nın yenilmesini savunmak gerekirdi. Sonuçta Almanya’da devrimciler daha güçlü, işçi sınıfı daha örgütlü değil mi? Ama bu mantık tam da Kautsky’lerin Birinci Dünya Savaşı sırasında söylediklerinin ters çevrilmiş halidir: “Elbette bizler Almanya’yı savunmuyoruz, işçi sınıfının Almanya’da elde ettiği mevzileri savunuyoruz.”
Bu siyasetin 1. bölümde yazdıklarını hatırlamakta fayda var;
Marksistlerin savaşlara yaklaşımı küçük ülke-büyük ülke ayrımına dayalı olamaz. Sınıfsal bakış açısı nicelikle değil, nitelikle alakalıdır; aslolan kapitalist devletler tarafından yürütülüyor olmasıdır. Ülkelerden birinin diğeri kadar büyük olmaması büyük olmak istemedikleri ya da emperyalist emelleri olmadığı anlamına gelmez. Küçük olması o kapitalist ülkenin emperyalist emellere sahip olduğu, kapitalist bir devlet olduğu ve içeride işçi-emekçileri sömürdüğü, BASKIaltına aldığı gerçeğini değiştirmez. Emperyalizm genel olarak bu çağda kâr amaçlı yürütülen savaşları, çatışmaları, vs. anlatır. Örneğin ABD ile Malta arasındaki bir savaşta Malta’nın emperyalist çıkarlarından bahsetmenin mantığı yoktur, ama o savaşta bile Malta devletini masum ilan edip gözümüz kapalı desteklemeyiz. Emperyalist savaşın tanımı böyle bir şey değildir. Lenin’in ifade ettiği şekliyle,
Ve daha bitmedi, şöyle devam ediyor, bu siyaset;
Küçük olan değerlidir” proletaryanın değil, küçük burjuvazinin bakış açısıdır. Bu şekilde, meselenin özünü kaçırmış ve sınıf perspektifinden çıkmış oluruz.
Burada da anlaşılacağı üzere, bu siyaset kendisini küçük-burjuva örgütü olarak ilan etmiştir!


Sonuç;
1.Bölüm 2. bölümü yalanlarken, 2. Bölüm 1.Bölümü yalanlıyor. 3.Bölümse 1.Bölümü yalanlıyor.
Bu durumun yaşanma nedeni, tarihsel koşulların göz ardı edilip, kendisini meşrulaştırma noktasına girme durumudur. Aynı zamanda böyle bir siyasi yazı, kendi kitlesine ve okuyucularına, biz her şekilde düşünüyoruz. Hangisini kabul ederseniz buyrun gelin çağrısıdır. Ancak temel hata da burada gözükmektedir. Oportünizm bu algıdan ortaya çıkmaktadır.
Diğer açıdan incelediğimizde, tarihsel koşulları hatalı da olsa, ele alan bir siyasetin günümüz koşullarında herhangi bir şey söylememesi ve buna dair teori geliştirememesi kendisinin de ifade ettiği şekilde, taktiksel arka planı görememe algısındandır. Çünkü ne merkezi komitesini, ne kendi kadrosunu ne de kendi kitlesini buna hazırlamıştır. Yani somut anlamda söylersek, bolşevik parti programından uzaklaşmıştır.
Merkezciliğinde genel sıkıntısı tarihsel vurgularda keskin kendinden emin bir leninist model çizip, güncel konularda sağ oportünist bir çizgide yedeklenme durumu içerisine girmesidir.











SURUÇ KATLİAMI VE DEVRİMCİLERİ BEKLEYEN GÖREVLER - Serkan Cibran




Kobane'de yaşanan İşid saldırısı ve Ypg ile Türkiyeli devrimcilerin destansı direnişi sonrası yaşanan gelişmeler ibrenin ezilenler cephesinin lehine doğru dönen bir gerçeklik alması ve bu mücadele süreci ile beraber Tel Abyad'ın, Haseke'nin kurtarılması somut anlamda İşid'den çok İşid'i lojistik ve her türlü besleyen T.C. Egemenlerinin tutuşmasını, bu anlamıyla Suriyeye müdahale olasılıklarının yeniden ve daha etkili bir şekilde etkili güncel hale getirilmesini ve özellikle Kürdistana Rojava da bir devletleşme olasılığının yarattığı ürküten tablo aslında önümüzde Suruç'ta yaşanan katliama doğru ilerleyen sürecin adımlarını oluşturdu.
İşid çetelerinin katliamları ve yarattıkları yıkımdan sonra harabeye dönen Kobane'nin yeniden inşası için SGDF nin çağrısı ile toparlanan genç komünistler bunun için oyuncak kırtasiye ve kitap ile birlikte Kobane'de bir kütüphane park vb. İnşası için seferber olmuşlardı. 300 genç komünist bu doğrultuda Suruç'ta toplanmış Kobane'ye geçmek için çabalarını devam ettiriyorlardı. Ve bir katliam ile canlı bomba saldırısından parçalanan bedenleri geride kaldı.
İşid çetelerinin bu saldırısı aslında bölgesel anlamda emperyalizmin ve işbirlikçisi T.C. Egemenlerinin mevcut konjoktürde sadece Suriye ve Irak'la sınırlı olmayan bölgesel planlar doğrultusunda yaşadığımız topraklarda da benzer bir mezhepçi, etnik ayrımları derinleştirme ve buradan doğru aslında he kendi iktidarlarını koruma hem de yaşadıkları neo-osmanlıcı hayallerini yeniden güncelleme çabasının önemli bir dönemecinin yaşanan katliam saldırısı ile birlikte atıldığı açık bir gerçeklik olmaktadır.
Ayrıca yaşanan katliama karşı yapılan protesto eylemlerine devletini resmi ve gayr-ı resmi militarist güçlerinin yaptıkları saldırılar aslında tam da konjoktürün ve yükseltilen dalganın bir seçim çabasından öteye Akp egemenlerinin bölgesel planları ile ilişkili olduğu gerçekliğini önümüze çıkarmaktadır.
Bu anlamı ile ekonomik alanda çöken T.C. Egemenleri için tek çıkar yol olarak böylesi bir kaos karşımıza çıkmakta egemenler de plan ve hazırlıklarını bu doğrultuda yapmaktadırlar.
Ne yazık ki mevcut gelişmeler ve ona karşı oluşturulan tepkiler emekçilere ve ezilenlere başka türlü bir yaşamın eşitlikçi bir dünyanın mümkün ve olanaklı olduğunu vazetmesi gereken devrimci ve komünistlerin etkilerinin sınırlarını göstermekte ancak bu sınırlılık mevcut hareketli konjoktür değerlendirildiğinde değiştirilebilecek bir sınırlılığı işaret etmektedir.
Özellikle oluşturulan savaş karşıtı platformlar bu anlamı ile ezilenlerin ve emekçilerin savaşa karşı proleter devrimci bir seçenek doğrultusunda netleştirilmeleri ve seferber edilmelerini işaret edecek bu anlamı ile mevcut platformlara hakim olan liberal-burjuva rüzgara karşı net ve cepheden bir ortaklaşmayı yaratacak bir pratik politika biçiminde örülmelidir.
Evet mevcut seçenek ve Suriye'de yaşanacak olasılıklar üzerinden değerlendirildiğinde tek başına “Savaşa Hayır!” demek ne kadar insani ve vicdani görülürse görülsün emperyalist kapitalizm çağında ve aslolarak sınıf mücadelesinin başka bir boyutunu ifade eden bir gerçeklikken savaş olgusu, “Savaşa Hayır” sloganı tek başına sadece boşlukta sallanan hoş bir seda emekçilerin ve ezilenlerin ve de Kürt halkının mevcut somut sorunlarının hiçbirine somut bir cevap veremeyen liberal tasfiyeci bir argümandır. Ki zaten mevcut platformlara egemen olan dil ne yazık ki salt savaşa hayır sloganı ile sınırlı kalmayan “provakasyonlara gelmeyelim” “şehid askerimize de üzülüyoruz” vb. Gibi “insani” söylemlerin arkasına sığınan ama aslında ezilenlerin özlem ve taleplerini burjuva sistemde elde edilebileceği yanılsamasını pompalayan bir zemin oluşturmaktadır.
Bu anlamıyla Kürt ve Türk ezilenleri ve emekçileri bilmelidirler ki savaşın da sömürünün de kaynağı tektir. Onun için bu kaynağı kurutmadan “savaşa hayır” demek aslolarak asıl düşmanın ezen ve egemen olan Türk ve Kürt burjuvaları olduğunu akıldan çıkaran ve bu anlamı ile sömürü ve zulmün devamlılığını sağlayan bir gerçekliktir. Oysa bilmelidirler ki kapitalizm var oldukça savaşın da barışın da burjuvazinin çıkarlarından bağımsız olmadığının farkında olmalı ve onları alaşağı etmeden “barış”ın hemen şimdi inşa edilmesinin mümkün olmadığı gerçekliğini bir an bile akıllarından çıkarmamalı, komünistler ve devrimciler de her platform ve zeminde savaşın ancak onun kaynağı olan kapitalizm yıkılmadan engellenemeyeceği gerçekliğini propaganda eden bir duruş ve platformdan geri adım atmamalıdırlar.
Kapitalizme Karşı Savaşmadan Dünyaya Barış Gelmeyecek!


Bolşevizm Kazanacak, Bolşevizm We serke ve

Cudi, Cizre ve Bodrum Doğa Katliamları neyi ifade etmektedir ? - Harun Yoldaş


Bilindiği üzere Cudi ve Cizre'de olan doğa katliamları gündeme oturmuştu. Bu iki bölgede çıkan yangının çok stratejik bölgeler olması, T.C'nin doğrudan Kürdistan üzerinde ki mevzilendirmesi olarakta algılanabilir. Bu ne kadar komplo teorisi gibi algılansa da, sıcak savaş ortamının gergin olduğu, ve bugün Adıyaman'da olan çatışma ve Suruç'ta patlatılan bomba da göstermektedir.
Bodrum'da çıkan orman yangısı ise, bu iki stratejik bölge de çıkan yangını manipüle etmek olarak algılanabilir. Kitlelere, doğa yangınlarının olası olduğunu söylemek istiyor burjuvazi.
Ancak diğer incelenecek nokta, doğa yangınları, tahribatları vs. gibi süreçlerin emperyalist çağda toplumsal üretim ilişkileriyle doğrudan ilgisi olma noktasıdır. Emperyalizmin kar güdüsü ne doğa tanıyor ne de insan. Emperyalizmin geliştiği çağ da doğa tahribatı, olası bir şey haline gelmişken, kitlelerin buna karşı bir şey geliştirmemesi son derece gariptir.
Ancak diğer açıdan incelediğimiz de, Karadeniz'de Yeşil Yol'a karşı geliştirilen direniş, Türkiye'nin her yerine yansıyor ve eylemler düzenleniyor. Burada aslında sözü edilen durum, Cudi ve Cizre'nin Kürdistan bölgesinde olma durumudur. Irkçı dalga, ne orman tanıyor ne de insan.
Emperyalizm çağında doğa tahribatları vs. yaşanırken, devrimci pratiğin burada sadece çevreci unsurlara takılıp Burjuvazi'ye karşı devrimci görevleri geliştirememe gibi bir durum içerisine girilmiştir. Çevreci Ulusalcılar ise, var olan sürecin aslında kendi burjuvazisinin talepleri doğrultusunda olduğunun da bilincinde değildir.

Doğa katliamlarının sorumlusu Burjuvazi'nin kendisidir ve bu doğrudan devrimci-sınıfsal pratiğin geliştirilmesi gereken bir noktaya ulaşmıştır. 

Bursa'da Suruç Katliamını Protesto Eylemi - Harun Yoldaş

Bursa'da Suruç katliamına karşı Savaş Karşıtı Platformu ve Devrimci güçler bir araya gelerek Suruç katliamını protesto etmiştir.
Saat 18:30 sularında başlayan protesto, 500-600 kişilik bir kitleye ulaşmıştır. Eylem öncesi, Hdp Parti Üyesi, Ferhande Kılıç ve oğlu Natran Kılıç'ın ölümüyle Bursada ki siyasiler epey gerginleşmiş, kızları Sinem Kılıç ise yaralanarak katliamdan kurtulmuştur.
Bu durumda Bursada ki kitleyi epey dinamik hale getirmiştir. Basın açıklaması sırasında nerden geldiği belirsiz bir kişinin provakasyonu sonucu kitle epeyce tepki gösterip, ne kadar gergin olduğunu göstermiştir. Var olan kitleyi sakinleştirmek epey vakit almıştır.
Daha sonrasında Kervansaray Oteli tarafında görünen faşist bir grup slogan atmaya başlayınca, kitlenin bir bölümü o tarafa doğru harekete geçmiştir. Ancak barış naraları atan bir kesim yine kitleyi sakinleştirmiştir. Daha sonrasında HDP İl Binası'na doğru harekete geçen kitle yine faşist saldırı karşısında gerginliğini sürdürüp onlara doğru hareket edince, sayısı 3 olarak bilinen yoldaşlar göz altına alınmıştır.
Polis önce barikat kurup, kent meydanına yürülmesini engelledi daha sonrasında 3 arkadaş için oturma eylemi başlatıldı. yaklaşık 1.30 saat süren oturma eyleminin ardından, 3 arkadaşımızın salınacağı bilgisi gelince kitle dağılmıştır.


Süreci böyle ele aldığımızda, epey dinamik ve Bursa'ya göre iyi bir eylem olsa da eleştirilecek nokta "Barış Naraları" atanlara, barışa dair hiçbir şey kalmadığını söylemek olacaktır.
Akp Bonapartizmi, tüm güçleriyle kürt hareketi ve onun çevresinde ki demokrasi hareketlerine karşı saldırılar yaparken, misillemenin artık gerekli olduğunu söylemek biz Devrimci Marksistlerin görevidir.
Bir takım koşullar süreci bu noktaya getirmiştir. Ve devrimci güçlerin "Savaş Karşıtı Platformu" gibi süreci pasifize eden bir bloktan ziyade, devrimci dayanışmanın büyütülmesi gereken ve Lenin'in yenilgicilik teorisine dayanan bir blok'un oluşturulması günümüz şartlarında bir zorunluluktur.
ABD emperyalizmi üzerinden yedeklenen İŞİD, Türkiye'nin belli başlı bir çok noktasında dernek, çay ocağı vb. işletmelere sahiptir ve açık açık kendilerini göstermektedirler. Bu yerlere karşı bir misillemenin kürt hareketi ve devrimci güçler tarafından yapılması bir zorunluluktur.
Devrimcilerin kendi öz-yönetim araçlarını kurup, İşid çetesine karşı öz-savunma hareketin geliştirmesi ve bunun belli ölçülerde Akp siyasetine yansımaması da önem arz etmektedir.
Çünkü Akp'nin Suriye üzerinden talepleri ve bir iç savaş isteği açıktır. Bu seçimlerden önce de bilinen bir gerçeklikti. Akp'nin süreci buraya yoğurması bir gerçeklik olsa da buna karşı bir şey geliştirmemek en ağır oportünizmdir.
Bilhassa da devrimci güçlerin batı'da güçleri zayıftır ve olası bir iç savaşa hazır bir kitle yoktur. Bu süreçte daha çok belirleyici olan Kürt Hareketi'nin tavrıdır.
Ancak, sokak hareketlerinin canlılığı ve İşid'in bulunduğu yerlere karşı bir misillemenin gerekliliği şarttır.
Bu da, Savaş Karşıtı Platformu'nun yapamayacağı bir şey haline gelmiştir. Sınıf uzlaşmacı siyaset yerini devrimci güçlerin hareketine bırakacak, ve Savaş Karşıtı Platformu kendi kendisini bu süreçte teşhir edecektir. Pasifist hareketlerin durumu, Devrimci Şiddet'in gerektiği bugünlerde barış naraları atmak, sınıf uzlaşmacı siyaset izlemek doğrudan Akp bonapartizmine yardaklık etmektir.

Akp ve İşid'e karşı geliştirilecek olan her türlü sokak eylemi vs. Burjuvazinin zararına olacaktır. Ve böylesi bir süreç biz devrimci güçlerin yapması gereken bir zorunluluktur.

17 Temmuz 2015 Cuma

Radikal bir yanılsama - Baran Serhad

// NEOREFORMİZM: Syriza, Podemos ve HDP gibi projeler yükseliş dönemi içinde bulunuyorlar. Bunlar kitlelere demokratik reformlar aracılığıyla koşulların düzeltileceğini vaad ediyorlar. Lakin kapitalist devletin sınıf karakterini göz ardı ettikleri için, bu projeler başarısızlıkla sonuçlanacaktır. //
”Postmodern” teoriler, 1970lerin ortasından itibaren dünya genelinde vuku bulan ve 90lı yıllarda yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşü ile beraber pekiştirilen neoliberal taarruz sırasında sol içerisinde hegemonyal pozisyon kazandı. Sınıf antagonizmasını reddeden bu teoriler, ”eşitlik ve özgürlük” gibi kavramlara sarılarak, politik temelde kapitalizmin sınırları içinde liberal demokrasinin yayılmasını hedefliyor. Bu akımı tanımlayan parola ise ”radikal demokrasi”.
Lakin bu akımın oluşturduğu konsept radikal demokrasinin geleneğinden epey uzaktadır. Radikal demokrasinin geleneği 1871 Paris komününe dayanır ve yöneticilerin her daim çağırabilmesi veya vekillerin maaşlarının ortalama işçi maaşını aşmayacak şekilde sınırlandırılması gibi talepleriyle marksist programın bir parçası konumundadır. Lakin bu yeni teorilerin burjuva demokrasinin sınırlarını ortadan kaldırmak ve kitleleri sosyalist devrim şiarıyla mücadeleye hazırlamak gibi bir derdi yoktur. Esas amaç; mücadeleci kesimleri burjuva parlamentarizmine entegre etmektir.
Bu akımın temsilcileri ”postmarksist” entellektüller diye tabir edebileceğimiz, 1985 yılında yayınlanan ve Türkiye’de ”Hegemonya ve Sosyalist Strateji” çevirisiyle bulunan kitabının yazarları olan Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’dur. Nikos Pulancas gibi Avrokomünizmin teorisyenlerinin yanısıra Laclau ve Mouffe, Syriza, Podemos ve HDP gibi neoreformist projelerin esas referans aldıkları kişilerdir.

Sınıf uzlaşmacılığının yeni biçimi

Proleterya ve burjuvazinin uzlaşmaz çatışmasını doğuran emek ve sermayenin çelişkisini reddeden Laclau ve Mouffe’e göre radikal demokrasinin esas tezi; liberal demokrasinin ”radikalleşmesi” ile sermayenin hegemonyasını sınırlandırmaktır. Teoriye göre işçiler kapitalist toplum içerisinde temel talepleri ve konumları itibariyle ayrıcalıklı bir özne değildir ve feminist, çevreci, LGBTİ bireyleri, etnik azınlıklar ve mülteciler gibi diğer politik kimliklerin üzerinde bir alan kaplamaz.
Bu sebeple postmodern teoriye göre baskıdan kurtuluşun mücadelesi kapitalist devletin yıkılması ile değil, bilakis çoğulcu demokrasinin yayılması ile gerçekleşecektir. Mouffe ve Laclau’ya göre sosyalizmin esas hatası, kapitalizmi proleteryanın hiyerarşik ve otoriter iktidar biçimi ile değiştirmek ve bu esnada demokrasiden feragat etmekti. Postmarksistler, sınıflı toplumlarda demokrasinin karakterini belirleyen üretim araçlarının özel mülkiyetine değinmeden, sosyal hareketlerin kesintisiz demokratik mücadelesini ve böylelikle çoğulcu kimliklerin özgürlüğü ve birlikte yaşam perspektifini bulacağı toplumsal alanlarının oluşmasını hedeflerler.
Elbette devrimci marksizm ezilen kesimlerin sosyal ve demokratik sorunlarına aldırmazlık etmemiştir. Ekim devriminin ardından Bolşevikler yeni kurulan işçi devletinde politik eşitliğin ve adaletin temellerini atmışlardı: Kadınlar oy hakkına ve öz örgütlenme imkanına sahip oldular, çocuk bakımı ve ev işi toplumsallaştırıldı, kürtaj ve homoseksüellik yasallaştırıldı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınarak, milletlerin ve dillerin eşitliği için alan yaratıldı. Demokrasinin esas unsurlarını kapsayan çalışmalar sadece işçi sınfının önderliğindeki ezilenlerin ittifakı tarafından çarlığın ve burjuvazinin yıkılması ile mümkün oldu.
Bu ve bunun gibi devrimin bir çok kazanımı, Stalin’in iktidarı eline alması ile ortadan kayboldu. Kendine işçi sınıfının üzerinde bir pozisyon yaratan bürokratik aygıtın temsilcisi konumundaki Stalin, öncelikle ”tek ülkede sosyalizm” teorisi ile marksizmi baş aşağıya çevirdi. İşçilerin, askerlerin ve köylülerin öz örgütlülük organları olan Sovyetlerin iktidarı, bürokratik kliğin çıkarları doğrultusuda ortadan kaldırıldı. Böylelikle iktidar bürokrasinin eline geçti ve proletarya diktatörlüğü, bürokrasinin diktatörlüğüne dönüştü.

Neoreformizmin yükselişi

Neoreformist partilerin güncel yükselişi dünya genelinde etkisi bulunan ekonomik, politik ve sosyal kriz ile bağlantılıdır. Bu kriz, kapitalist saldırılara karşı bir çok protesto hareketini politik sahneye çıkarmıştır. Fakat son yıllarda kitlesel seferberliklerin başarısızlığa uğraması, işçilerin ve gençliğin neoreformist formasyonlara yönelik yanılsama içerisine sürüklenmesine sebep olmuştur. İspanya’daki 15 Mayıs hareketinin tıkanmasının ardından Podemos’un yükselişine hizmet etmesi bu bağlamda bir örnektir. Her ne kadar tabanda farklılıklar gözükse de, Podemos ve Syriza gibi fenomenler öncelikle sosyal hareketlerin, sendikacıların ve radikal solun ittifakı ile kurulan seçim cephelerinden oluşmuşlardır. Önder figürler akademik çevreden veya sosyal hareketlerden gelmektedirler. Seçim derneği olan bu hareketlerin stratejisi; burjuva kapitalist devletin yönetimini ele almak amacıyla mücadeleci kesimlerin parlamentarizme entegrasyonudur.
Bu tür partilerin ideolojik birliği; bir yandan sosyal demokratik reformlar aracılığla kapitalizmi ”insancıl” kılma, öbür yandan Avrupa Birliği gibi gerici kurumları toplumun çoğunluğunun çıkarı doğrultusunda ”demokratikleştirebilme” yanılmasını yaratmaktan gelmektedir.

Syriza ve Podemos’un çıkmazı

Bu çizgiyle ilk çatışmayı Syriza yaşamaktadır. Bu ”radikal sol” parti Yunanistan’daki son seçimlerde borçların bir kısmının silinmesi, ücretsiz elektirik hizmeti, ücretsiz sağlık hizmeti, emekli maaşlarının ve asgari ücretin arttırılması vaadinde bulunmuştu. Lakin Syriza sözlerinin hiç birini tutmadığı gibi, Troyka’nın terörü karşısında boyun eğdi. Syriza lideri ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras 5 Temmuz’daki referandumu bir manevra olarak kullandı. Böylelikle uzlaşma masasındaki yerini sağlamlaştırdı ve olabilecek parti içi bölünmelerin ve oy kaybının önüne geçmeye çalıştı. Referandum tabandan gelen radikal demokrasinin bir örneği değildi, bilakis kapitalizmle uzlaşan ve ona teslim olan projenin kitlelere dayattığı bir manevraydı.
Podemos kendisini 24 Mayıs’ta İspanya’da gerçekleşen yerel seçimlerde üçüncü büyük parti olarak konsolide etti. Podemos’un yönetimi ”dürüst” yani yolsuzluğa bulaşmamış bir hükümet kurma hedefinde. Bunun tercümesi ise; Podemos’un kapitalist devletin hükümetini yönetme hedefi olduğudur. Kendi tanımlamalarıyla Podemos ”ne sağ ne de sol” bir partidir. Lakin en geç hükümette iken kapitalist sınırlandırma ve tasarrufuna karşı teslimiyet bayrağını çekmeye mecbur bırakılacaktır. Partinin sorunlu unsurları ise kısa bir süre içerisinde kendini göstermeye başlamıştır: Stratejik sektörlerin kamulaştırılması ve dış borçların ödenmemesi taleplerinden daha şimdiden feragat edildi.
Podemos Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk büyük kazanımına ulaştıktan sonra, yönetim kadrosu taban insiyatifi kuruluşlarının gücünü kısıtladı ve en güçlü muhalif örgüt konumundaki Birleşik Sekreterya’nın İspanya seksiyonu olan Izquierda Anticapitalista’ya saldırılar başlattı. Geçen yılın Sonbahar’ında gerçekleşen kuruluş kongresinde alınan karar ve pasif online seçimlerin onayı ile Genel Sekreterin gücü kendi merkezinde topladığı bir örgütlenme modeli seçildi. Buna ilaveten; çift üyeliğe sahip olanların Podemos içinde gerçekleşen seçimlerde aday olamayacağı kararlaştırıldı. Bu çizgi demokrasinin karikatürize edilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır!
Kürt siyasal ve ulusal hareketinin esas dinamiğini oluşturduğu HDP’nin stratejisi ise ”öz yönetimli demokratik özerkler” ile Türk devletinin kültürel ve sosyal demokratikleştirilmesine dayanıyor. Bu özerkler sınıf uzlaşmacı bir karaktere sahiptirler, çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetine karışılmamakta. 90′lı yıllarda Kürtler köy yakılmaları dolayısıyla Türk büyükşehirlerine göç etmek zorunda bırakıldıklarında ve Türk burjuvazisi tarafından ucuz iş gücü olarak sömürüldüklerinde, Kürt hareketi sınıf sömürüsü yerine kimlik sorununu ön plana çıkardı. PKK birkaç toprak ağalarına karşı verdiği mücadelede bile esas sorunu toprak ağalarının Türk devleti ile işbirliğinde görmüş, fakat toprağın özel mülkiyeti ve tarım işçilerinin sömürülmesine karşı yoğunlaşmamıştı.
Bir arabulucu olarak HDP esas odağı olan ”barış sürecinin” sürdürülmesi için PKK ve Türk devleti arasında mekik dokuyor. Fakat bu süreç, Türk devleti tarafından tek taraflı olarak dondurulan dikte sürecinden başka bir anlam taşımıyor. Her ne kadar HDP sendikalar ile bağlantılı bir oluşum olsa da, işçi mücadeleleri sürecinde salt sembolik dayanışma bildirileriyle yetiniyor. Bunun esas sebebi; HDP’nin Türk burjuvazisine karşı kendisini hükümeti yönetmeye muktedir bir aktör olarak kanıtlama hevesi ve kendi safına yer alan Kürt burjuvazisinin bazı temsilcilerini korkutmama duyarlılığından kaynaklanıyor.

”Radikal” demokratikleştirme yerine devrimci kırılma

Neoreformizm sistematik olarak kitlelere eşitliğin ve özgürlüğün sermaye ile uzlaşma aracılığla gerçekleşeceği palavralarını enjekte ediyor. Lakin pratikte bu durum çok farklı gözükmektedir: Bu partiler henüz sosyal demokrat perspektiflerinin bile sınırına ulaşmış durumdadır.
Her ne kadar demokratik cumhuriyet ”kapitalizmin mümkün en iyi kabuğu” (Lenin) olsa da, tarih burjuvazinin sınıf işbirlikçilerinin yardımı ile kriz zamanlarında işçi sınıfının kazanımlarına saldırarak kendisini kurtarma çabalarına girdiğine tekrar tekrar tanık olmuştur. Demokratik sorunun çözümü; proletaryanın ve ezilen kitlelerin, demokratik hakları sürekli devrimci seferberlik biçimi ile burjuva devletinin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması doğrultusunda kullanmasından geçer. Esas manada ”radikal demokratik” talepler bu amaca hizmet etmekten başka bir işleve sahip olamaz.


*Yukarıdaki yazı FT-CI Almanya seksiyonu RIO (Revolutionare Internationalistische Organisation) un sitesi www.klassegegenklasse.org sitesinde yayınlanmıştır.
Metnin linki:  http://www.klassegegenklasse.org/radikal-bir-yanilsama/

Manşet